Salgınlar Çağı'nın bu bölümünde uzmanlarımız, pandemiyle geçmiş iki yılı değerlendiriyor, bu doğrultuda resmi kurum ve kuruluşlara tavsiye niteliğinde çağrılarda bulunuyor.
(6 Ocak 2022 tarihinde Açık Radyo’da Salgınlar Çağı programında yayınlanmıştır.)
Ömer Madra: Günaydın herkese, merhabalar!
Osman Elbek: Günaydın!
Özdeş Özbay: Günaydın!
Kayıhan Pala: Günaydın! Mutlu yıllar! Umarız çok daha güzel bir yılla bir arada olma şansımız olur.
ÖM: Evet, biz de onu umuyoruz, fakat rakamlar gösteriyor ki ortalık epey karışık galiba?
OE: Evet, isterseniz Açık Radyo’nun geçen hafta yaptığı gibi biz de Salgınlar Çağı özelinde geçmiş iki yıla bakalım. Dünya Sağlık Örgütü (DSO) Başkanı’nın yılın son konuşmasında belirttiği gibi; 2020 yılında Covid-19 resmi olarak 1.8 milyon insanın yaşamına neden oldu –ki gerçek sayının bundan daha fazla olduğunu biliyoruz. Ancak 2021 yılında vefat sayısında 1.8’i de aştık, 3.5 milyon kişinin hayatı ne yazık ki Covid nedeniyle kaybedildi. Bu durum salgının tüm iyi niyetli açıklamalara rağmen giderek hızlandığını ve yıkımının 2021’de daha fazla olduğunu ortaya koyuyor. Öte yandan DSÖ’nün “2021 yılı sonunda ülkelerin nüfuslarının %40’ını aşılamak” gibi bir hedefi vardı. Bugün bakarsak %40’a ulaşan ülke sayısı 92. 194 ülke arasında 92 yani ülkelerin %47’si bu hedefe ulaştı. Geçtiğimiz hafta DSÖ yetkilileri “Bu salgının biteceği tarihi bilmiyoruz ama bir kriterini biliyoruz, dünya nüfusunun %70’inden daha fazlasını iki aşıyla aşılayabilirsek işte o zaman salgın bitecek.” dedi. Yani hatırlatma olarak tariflenen booster dozları değil, iki aşı dünya nüfusunun %70’ini kapsamına alınca salgın bitecek. Pek iyi ama %70’e ulaşan ülke sayısı kaç tane? 14, yani ülkelerin sadece %7’si –ki Türkiye bu ülkelerden birisi değil, resmi olarak tam aşılı oranımız %60’larda. Tüm dünyada bugüne kadar 9.3 milyar doz aşı yapıldı. Eğer dünya eşitlikçi bir dünya olsaydı bugün itibariyle %40 barajı aşılmış olacak ve dünya nüfusunun %58.6’sına aşı ulaşmış olacaktı. Ama ne yazık ki eşitsizliğinin sonucu olarak düşük gelirli ülkelerin nüfuslarının %8.5’u, yüksek gelirli ülkelerin ise %76’sı aşılı. Arada 9 kat gibi muazzam bir fark var. Biz bugün eğer omikronu tartışıyorsak, omikronda rekorlar kırıyorsak bunun nedeni dünyadaki ulus devletlerin sağlığı değil, ekonomiyi önceleyen politikaları ve dünya genelinde aşı eşitsizliği yaşanması. Kayıhan bu dünya perspektifine senin de katkın olacaktır şüphesiz, ne dersin?
KP: Senin söylediklerin üstüne çok fazla söylenecek bir şey yok Osman, çünkü bu pandemiye hem küresel bir yanıt verilemiyor hem de eşitsizlik -sayılarla ortaya koydun ki bu sayılar yalnızca kayıtlara geçen sayılar- sona ermiyor. Örneğin bugünlerde dünyada 300 milyona yaklaştığı söylenen, kayıtlara geçmiş, tanı konmuş olgu sayısının aslında bir milyar civarında olduğu tahmin ediliyor ve 2022 yılında omikron ve belki de daha sonrasında ortaya çıkacak yeni varyantlarla pandeminin ilk iki yılında bir milyar kişiyi enfekte eden bu Covid-19 hastalığının 2022’de ek olarak iki milyar kişiyi enfekte etmesinin beklendiği söyleniyor. Burada sevindirici olan tabii eşitsizlik vurgusuyla birlikte aşı olanların, tam aşılı olanların hastalıktan daha az etkilendiği bir döneme girilmiş olması. Örneğin yılın son günlerine yakın bütün dünyada kayıtlara geçen doğrulanmış günlük olgu sayısı 1.700.000’in üstüne çıkarken -ki bu haftaya kadar bir milyon hiç kayıtlara geçmiyordu- ölüm sayılarında buna paralel bir artış yok. Hatta artık son haftalarda bir miktar azalma eğilimi olduğundan söz etmek gerekir. Burada kuşkusuz tam aşılı olan nüfusun çok büyük bir etkisi var.
"Hava yoluyla daha hızlı bulaşan omikron, Türkiye’yi önümüzdeki dönemlerde çok daha fazla vaka sayısına taşıyacak"
OE: Türkiye penceresine de baktığımız zaman, Ömer bey sizin de dediğiniz gibi 66.467 vakayla Türkiye ne yazık ki dün akşam itibariyle rekorunu kırdı. Bundan önceki en yüksek rakam 16 Nisan 2021 tarihine aitti. Dün geceki 66 bin küsur vakayla Türkiye Avrupa’da beşinci sıraya geldi. Dün gece, 330 bini aşan vaka sayısıyla en fazla Fransa’da saptandı. Peşi sıra Birleşik Krallık, sonra İtalya, İspanya ve Türkiye Cumhuriyeti geldi. Tabii burada önemli olan test pozitifliğimiz de çok kritik, %15.9’a ulaştı. Biz nüfusuna oranla göreli olarak az test yapan bir ülkeyiz –dün akşamki test sayısı artışına rağmen. Avrupa için örnek verirsek; Türkiye ortalama her 1000 kişinin dördüne test yapıyor; bu oran İtalya’da 14, Fransa’da 15, Birleşik Krallık’ta 20, yani Birleşik Krallık nüfusa oranla Türkiye’nin yaklaşık beş katı kadar test yapıyor. DSÖ başkanının salgının ilk günlerindeki cümlelerini hatırlarsanız “test, test, test” demişti; erken vaka bulmak, erken izole etmek, hastalığı önleme konusunda en önemli adım. Bu omikronla bir kere daha çok önemli bir hale geldi, çünkü geçen yıl konuk olarak aldığımız sevgili Haluk Çalışır’ın çok uzun zamandır aktarmaya çalıştığı, Türk Toraks Derneği’nin bu konuda kamuoyuna gündeme getirdiği havayoluyla bulaşma süreci omikronda çok daha belirgin. İki metre mesafenin güvenli olmadığını artık çok net biliyoruz. Bu yüzden uzamış delta salgınının arkasına başlayan, hava yoluyla daha hızlı bulaşan omikron, Türkiye’yi önümüzdeki dönemlerde çok daha fazla vaka sayısına taşıyacak. Türkiye’nin İstanbul özeli dahil olmak üzere en büyük yaşadığı sorun teste ulaşma problemi.
ÖÖ: Evet, “hastanelerde uzun kuyruklar var” diye haberlerde yer alıyordu.
KP: Evet, hastanelerde çok uzun kuyruklar var; yalnızca İstanbul’da değil, Ankara’da, Bursa’da, İzmir’de de artık uzun kuyruklar olduğuna ilişkin bize gelen bilgiler var. Bu arada Osman’ın söylediklerine ek olarak şunu da söylemem gerekir, Türkiye’de omikronun ne kadar egemen olduğuna ilişkin bilgilerimiz sınırlı. Uluslararası veri tabanlarına baktığımızda en son veriler kabaca 10 gün öncesine ait. Bu veriler Türkiye’deki omikron egemenliğinin %10 civarında olduğunu gösteriyor ancak şunu da aklımızdan çıkarmayalım; Türkiye’de doğrulanmış olgular içerisinde çok az oranda genetik analiz yapılıyor. Yani sekanslama yapılan olguların oranı Türkiye’de %1%’in altında.
ÖM: Peki neden bu kadar az oluyor Kayıhan bey?
KP: Onu söyleyeceğim ama İngiltere’den örnek vereyim; İngiltere’de %20’ye yakın. ABD’de %6’nın üstünde, Kanada’da %10. Neden Türkiye’de böyle? Bu Sağlık Bakanlığı’nın bir tercihi, çünkü Sağlık Bakanlığı bu tercihi böyle kullanmasa Türkiye’de daha fazla sekans yapabilecek kurum, kişi var ama nedense salgının başından bu yana Sağlık Bakanlığı böyle bir tercihte bulunmadı doğrusu. Böyle olunca da hangi varyantın ne ölçüde egemen olduğunu, hangi coğrafi alanda daha fazla egemen olduğunu ve nasıl yayıldığını anlamak çok mümkün olmuyor Ömer bey.
ÖÖ: Peki şimdi Türkiye’de -bütün dünyada vaka sayısı artıyor ama- laboratuvar sayısının durumu ne? Mesela ben Fransa’dan hatırlıyorum, PCR testine çok fazla gidildiği için laboratuvar çalışanları grev yapmıştı. Yani Türkiye kapasitesinin altında mı test yapıyor, yoksa bu alanda bir laboratuvar azlığı mı var ya da çalışan azlığı falan mı var?
"Hızlı antijen testlerini devreye almak lazım"
KP: Şöyle -bir kere test konusunu açtığınız çok iyi oldu- Türkiye bu salgında test denilince tek başına PCR testiyle süreci götürmeye çalışıyor. Türkiye’nin PCR testi yapma kapasitesi kamu ve özel sektör söz konusu olduğunda her gün kabaca 500 bin, zorlarsanız 600 bin civarına çıkılabilir. Çok olağan dışı durumlarda belki bu bir milyon sınırına dayanabilir ama bir ya da iki gün için, Türkiye’nin süreklilik gösteren test yapma kapasitesi 500 bin, bilemediniz 600 bin civarında. Dün itibariyle de 400 binin üstüne çıkılmış durumda ama bu testin Osman’ın da söylediği gibi Türkiye’deki nüfus için yeterli olmadığını biliyoruz. Peki o zaman ne yapmak lazım? O zaman bizim 1,5 yıldır söylediğimiz, batının uzun zamandır kullandığı bu hızlı testler, hızlı antijen testlerini devreye almak lazım. Burada şu soru gündeme gelebilir: “Peki hızlı testler ne kadar geçerli, ne kadar güvenilir?” Artık günümüzde değişik firmalar tarafından gündeme getirilen, örneğin İngiltere’de beş, Amerika’da biraz daha fazla firmanın testleri söz konusu olduğunda bunların çok yüksek düzeyde duyarlıklarının olduğu ortaya kondu. Dolayısıyla özellikle okullarda, sağlık kuruluşlarında, kamuya açık alanlarında, kamu kurumlarında, iş yerlerinde bu testlerin kullanılarak sürecin takip edilmesinde büyük yarar var. Türkiye’de bu testlerin kullanıldığı az sayıda fabrika var. Bazı iş yerleri gerçekten bunları kullanıyorlar ama maalesef Sağlık Bakanlığı bunları kamusal alanlar için kullanılabilir duruma henüz getirmiş değil. Böyle olunca da…
ÖÖ: Bir de şey deniyordu, antijen testleri PCR’dan farklı olarak bir kere değil sürekli olarak yapılabildiği için aslında yine PCR kadar yüksek sonuçları arka arkaya, her gün bile yapma imkanınız var. Eğer yaygın olarak kullanılsa aslında gene aynı sonuçlara varılıyor diyorlardı.
KP: Karıştırmayalım, hızlı test tarama bir testidir, tanı amacıyla kullanılmaz; o yüzden bizim burada yapmamız gereken şey kimin hasta olduğunu anlamak ve gerekirse ona kesin tanı konulması için PCR yaptırmak üzere geniş olarak tarama amaçlı bu testleri kullanmak. Söylediğiniz doğru, bu testler günaşırı kolaylıkla kullanılabilir ve batıda bunlar ücretsiz dağıtıldığı için ve nasıl kullanılacağı anlatıldığı, kolay da olduğu için yurttaşların kendisi tarafından kullanılması da mümkün. Çok kullanışlı bir araç ama nedense Sağlık Bakanlığı bunu Türkiye’de kullanıma açmadı henüz.
OE: Hızlı testlerin dışında özellikle omikronla birlikte tükürük testleri çok ön plana geçmeye başladı. Bu tür testler okullarda, üniversitelerde gerek üniversite öncesi gerek üniversite ortamlarında kullanılabilir. Bir de omikronla birlikte, aslında sağlıkta dönüşüm programının etkisiyle biz hâlâ salgını hastanelerde, ikinci ve üçüncü basamak hastanelerde karşılamaya çalışıyoruz. Bunun altından kalkamayacağımızı görmek lazım. Tekrar yoğun bir filyasyon ekibiyle birlikte gerek antijene dayalı hızlı testler gerek tükürük testleriyle yurttaşa evinde ulaşmak, evinde bu testleri ücretsiz olarak sunmak ve pozitif olduğu zaman belirli algoritmalarla hastane ortamına taşımak sağlık politikasını yürütebilmek açısından çok değerli. Çünkü önümüzdeki dönemde eğer zaten bugün itibariyle gerekli test sayılarına ulaşılmış olsaydı bu 66 bin vakanın çok daha fazla olacağını görecektik. Biz izolasyonu, erken tanıyı önümüze koyamazsak ocak ve şubat aylarında sağlık sisteminin yükünü çok zorlayacak bir sürece doğru evrileceğiz.
"Pozitif olgular karantinaya alınmaz, izole edilir"
KP: Osman bir şey söyleyebilir miyim?
OE: Tabii tabii, lütfen.
KP: İzolasyon vurgusu yaptın, çok önemli çünkü dün akşam sayın bakanın twitter’ında izolasyonla karantinanın üstünden iki yıl geçmiş olmasına rağmen birbirine karıştırıldığını görüyoruz. Bilim Kurulu duyurusunda pozitif olguların karantinasından söz ediliyor, sayın bakan twitter’da yayınlamış. Bir kez daha anımsatalım; pozitif olgular karantinaya alınmaz, pozitif olgular izole edilir, hastalığın bulaşıcılık süresi kadar toplumdan ayrılır. Karantinaya alınanlar bulaşıcı hastalığa yakalanmış olmasından kuşku duyulanlardır, henüz pozitif olup olmadığı bilinmeyenlerdir. Bu karmaşanın da ortadan kaldırılmasında ve bu pandemiyi biraz epidemiyolojiyi öğrenmesinde büyük yarar var.
OE: Kayıhan bu vurgunun bir başka yönü de önemli; dün akşamki açıklamada PCR pozitif olan kişilerin -izolasyonu düzelterek de ifade edersek- izolasyon günleri beşe düşürüldü. Şimdi Türkiye’ye omikron dalgası gelirken Türkiye’nin Avrupa’dan farklı olarak hemen hiçbir halk sağlığı önlemi almadığını biliyoruz. Geçmiş programlarda ifade ettiğimiz gibi 2G, 3G gibi politikayı hayata geçiremedik. Bugün itibariyle omikrona karşı toplumsal sağlık açısından alınan tek önlem, ne yazık ki futbol karşılaşmalarını izleyecek kişilerin üçüncü doz aşı olma gerekliği. Aslında hızlı testler, tükürük testleri, bu tür fiziki hareket koşullarına nispeten kolaylaştıran faktörler. Alışveriş merkezleri gibi toplu mekanlara girişte -hani tümüyle serbesti değil- hızlı testlerin yapılarak girilebilmesi, toplumda salgının yayılmasını azaltabilecektir. Ancak bu politikayı yapmayan mevcut siyasi iktidar çok kolay bir vaziyette PCR pozitif olan hastaların izolasyon günlerini tüm dünyada olduğu gibi beş güne çekti. Bunun herhangi bir bilimsel karşılığı yok aslında. Bulaşmanın omikronda daha fazla olduğunu biliyoruz, kuluçka süresinin azalmadığını biliyoruz. Sadece mevcut insan gücünün hızla hastalanması nedeniyle, ekonominin şartları devam edebilmesi için bu yönteme girildi. Bu özellikle sağlık çalışanları üzerinde çok büyük bir yük haline gelecek, çünkü sağlık çalışanları bugün itibariyle, ne yazık ki Covid olduğu zaman biraz dinlenebilir pozisyona ulaştı. Onun da 14 günlük süresini beş güne çekmek insan gücü açısından çok zorlayacak. Bir de hatırlarsanız iktidar yakın zamanda sağlık çalışanlarına büyük bir özlük hakları travması yaşatmıştı. Önce bir iyileştirme yapacak gibi göründü, sonra geri çekti, şimdi üstüne bir de mevcut dinlenme günlerini azaltıyor. Bu hem halk sağlığı politikası açısından hem sağlık çalışanlarının kendilerini sürdürebilmeleri açısından önümüzdeki dönem için çok zorlu görünüyor. Sen ne dersin?
"Küresel kapitalizmin sorgulanmasının önemini pandemiyle bir kez daha anlıyoruz"
KP: Osman gerçekten bilimsel kanıtlar olmadan alınan kararlar süreci zorlayacak ama şunu bir kez daha vurgulayalım; bu pandemi küresel kapitalizmin üretim ilişkileri üzerinden yürütülüyor. Örneğin şimdi turizm sektörü aman etkilenmesin diye eğitim kurumlarında şubat tatilinin biraz daha fazla verilip haziran’da okulların geç tatil edilmesi gibi bir kavram konuşulmuyor. Oysa etkilenen çocuklar, o çocukların evdeki risk grubunda bulunan anne, babaları, büyükleri, onlar göz ardı ediliyor. Dolayısıyla küresel kapitalizmin sorgulanmasının ne kadar önemli olduğunu bu pandemi sırasında bir kez daha anlıyoruz. Sağlık çalışanları ve diğer çalışanlar açısından probleme gelecek olursak; hastalığın kuluçka süresinde bir değişiklik olmadığı bilinmesine rağmen bu kişilerin beş gün sonra tekrar çalışmaya gönderilmesi ya da işte yedi gün sonra çalışmaya gönderilmesi hem kişinin sağlığını olumsuz etkileyecek hem de az bir miktar da olsa -çünkü bu beş günden sonra bulaşıcılık olduğuna dair bilgiler de var elimizde- hastalığın bulaşının azaltılmasının önünde yeni bir engel oluşturacak. Ama hem dünyada hem Türkiye’de bu kapitalist üretim ilişkileri dışında bir perspektifi yaygın olarak gündeme getirmek ve karar verme düzeyine bunu getirebilmek maalesef şu anda çok mümkün görünmüyor.
ÖÖ: Kapitalizm demişken dediniz ki Birleşik Krallık’ta da rekorlar kırılıyor, 200 bini aşmış durumda vakalar. Boris Johnson ise hiçbir tedbir almaya gerek olmadığını tam da bu nedenlerle söylemişti. “Yeni bir tedbir almayacağız çünkü omikron zaten zayıf hastalık yapıyor.” demişti.
OE: Çok haklısınız. DSÖ de dedi ki “Omikronu serbest bırakırsanız yeni varyantların oluşumu için çok büyük bir havuz olacaktır”. Gerçekten bu fasit daireden çıkamıyoruz ama Kayıhan’ın özellikle çocuklar vurgusunda unutmamamız gereken bir nokta daha var; bu ülkenin bilim insanları çok uzun zamandır ülkede 5-11 yaş grubunun aşılanması için çağrılarda bulunuyordu, TTB ve uzmanlık dernekleri. Biz 5-11 yaş grubunu aşılayabilseydik omikron dalgasını çok daha az atlatabilecektik. Çünkü çocuklar üzerinden aileye getirilen virüs önlenebilecekti. Ne yazık ki aşılanma politikasında hem 130 milyon doz aşının etkililiğini bilmememiz hem faz1, faz2, faz3 araştırmaları yayınlanmadan Turkovac’ı uygulamaya sokmamız hem 5-11 yaş grubunu aşılamamız ve bugün aşı olmayan yaklaşık 10 milyonun üstündeki bir kesim olması bizim omikron sürecini önümüzdeki iki ayda çok ağır bedellerle geçireceğimizi düşündürüyor. Bilmiyorum Kayıhan, bu 5-11 yaş için de herhalde bir şeyler söylememiz lazım tekrar.
"Turkovac’la ilgili veriler ivedi olarak açıklansın"
KP: Osman, aşılama politikasıyla ilgili söylediklerini bir kez daha vurgulama ihtiyacı duyuyorum; birincisi 12 yaş üstünde şu anda 13 milyondan fazla yurttaş aşı yaptırmamış durumda. Günlük ilk doz aşı yapılanların sayısına bakıyorum, 20 binler civarında. Bu rakamlarla bu süreci yönetmek mümkün değil. Dolayısıyla sağlık bakanlığına bir kez daha çağrıda bulunalım; hiç aşı yaptırmamış bu 13 milyon kişiye üniversiteler, aile sağlığı merkezleri, toplum sağlığı merkezleri, sağlık meslek örgütleri, sağlık çalışanlarıyla gerekirse birebir ulaşarak bu kişilerin kafasındaki tedirginliğe yol açan soruları gidermek lazım. İkincisi, -vurgun çok yerinde- 5-11 yaş için dünyada acil kullanım onayı almış aşı var; bizdeki Biontech’in 1/3 oranında dozu düşürülmüş olanı. Dolayısıyla önce çocuklarına aşı yaptırmak isteyen anne babaların taleplerini karşılamak için hiç olmazsa Türkiye’ye bir an önce getirilmesi lazım. Ayrıca şu ana kadarki bilgiler - biliyorsun bunu Klinik derneği çok özel bir şekilde vurguladı” dünyada omikron da dahil olmak üzere, endişe verici yeni varyantlara karşı etkin aşıların mRNA aşıları olduğunu gösterdi. Dolayısıyla çok daha etkin mRNA aşıları varken bunların yerine inaktif aşılarla süreci yönetmeye çalışmak da bilimsel olarak doğru bir yaklaşım değil. Turkovac’la ilgili de bugüne kadar bilimsel verileri ortaya koymadan bunun kullanıma açılmasının doğru olmadığını düşündüğümüzü de bir kez daha söyleyelim. Buradan Sağlık Bakanlığına bir kez daha çağrıda bulunalım: Turkovac’la ilgili veriler ivedi olarak açıklansın. Bu aşının bu verilerle hem güvenli olduğu hem de etkili olduğu eğer ortaya konuyorsa hep birlikte Turkovac aşısının uygulanması için çağrıda bulunalım. Bunlar olmaksızın sağlık bakanının ve bazı bilim kurulu üyelerinin kendilerinin televizyonlar karşısında aşı yaptırarak yurttaşları aşı olmaya çağırması çok fazla ilgi uyandırmayacak gibi görünüyor. Bu da maalesef hem ulusal hem uluslararası bilim kamuoyunda tartışmaya yol açan bir süreci karşımıza getirdi. Bakanlığın bu konuda da biraz daha özenli davranarak Turkovac aşısıyla ilgili ayrıntıları, verileri bir an önce açıklamasında büyük bir yarar var.
ÖM: Evet, TTB’den hem birlik başkanı Fincancı’dan hem genel sekreteri Prof. Dr. Vedat Bulut’tan aşı hakkında kritik açıklamalar geldi. TTB başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, “Veriler paylaşılmadan insanlara Turkovac yaptırın diyemeyiz.” dedi. Prof. Dr. Vedat Bulut da Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumunun acil kullanım onayı verdiği bu Turkovac aşısının faz1, faz2 ve faz3 çalışmalarının mevcut olmadığını belirtip “Ortada bir aşı yok, aşı olduğu iddia edilen bir solüsyon var.” deyip ciddi bir dizi eleştiri getirdi. Bu da kritik bir durum anladığım kadarıyla.
OE: Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü’nden başlayan Türkiye’nin aşı sürecinin bugün itibariyle üniversitelerde ve umarım ileride gene Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü’nde ülkemizin ürettiği aşılar açısından devam etmesinin çok değerli olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda da sayın Fincancı’nın sözleri çok değerli. Faz1, faz2, faz3 araştırmalarının açıklanarak Turkovac’ın güncel kullanıma sunulması çok önemli. Turkovac’ın bir ölü inaktif virüs aşısı olduğunu hatırlamamızın, omikrona karşı ölü inaktif virüs aşıların etkinliğinin düşük olduğunu bilmemizin ve omikron varyantına etkisinin de ortaya konmasının önemli olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Bir çağrımızı da Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına yapmak lazım; omikron kapalı alanlarda hava yoluyla bulaşan bir virüs ise, standart tıbbi maskelerin, en azından Covid-19 hastasıyla temas eden sağlık çalışanlarına yetmeyeceğini görmek lazım. Eskiden bildiğiniz gibi DSÖ, sağlık çalışanları için, örnek alırken, aerosol ortaya çıkarırken FFP2 veya N95 maskesi kullanılmasını öneriyordu. Omikrondan sonra bu öneriyi değiştirdi ve tüm sağlık çalışanlarına, kapalı ortamlarda Covid-19 teması olacak tüm çalışanlara FFP2 N95 maskesi önerdi. Bu anlamda çalışan sağlığı ve iş güvenliği uygulamasının bir parçası olarak kapalı ortamlarda salgını azaltmanın önemli bir yolunun bu maskeyi kullanmak olduğunu hatırlamak ve Çalışma Bakanlığının, çalışanlara ücretsiz olarak bu maskeyi sağlatmanın işverenin sorumluluğunda olduğunu hatırlatması gerektiğini vurgulamak isterim. İş sağlığında Kayıhan’a dönmek isterim; ne dersin bu konuda çalışma bakanlığı için Kayıhan?
"Covid-19’un meslek hastalığı olarak tanınmasını sağlamamız gerekir"
KP: Hem çalışma bakanlığı üstüne düşeni yapmalı hem de ivedi olarak artık “Covid-19 hastalığı meslek hastalığı mıdır değil midir, mutlaka bunun meslek hastalığı olabilmesi için illiyet bağı aranmalı mıdır aramamalı mıdır?” tartışması da ortadan kaldırılmalı Osman. Dünyanın birçok ülkesinde kabul edildiği gibi sağlık çalışanları için Covid-19 bir meslek hastalığı olarak kabul edilmeli. Bugünlerde Türkiye’de sağlık çalışanlarında görülme sıklığı ciddi arttı. Örneğin İngiltere’de geçen hafta biliyorsun, İngiliz Tabipler Birliği 24 bin sağlık çalışanının enfekte olması nedeniyle sistemin şimdiden sıkıntıya girdiğine ilişkin bir açıklama yaptı. Benzer bir açıklama ABD’de de var. Dolayısıyla hem sağlık çalışanlarını korumamız hem refah düzeylerini arttırmamız hem de Covid-19’un meslek hastalığı olarak artık kuşkuya yer bırakmaksızın tanınmasını sağlamamız gerekir.
OE: Programın ve cümlelerimizin sonunu yine müzikle getirelim. Sorunlarımız çok ama umudumuz da var, bu umudu harlayan bir albüm yayınlandı yakın zaman önce. 1975’te kurulan Ruhi Su Dostlar Korosu yaklaşık 40 yılı aşkın bir süre sonra yeni bir albümle, “Suyun İzi” albümüyle geldi. Müthiş bir albüm, içinde aynı zamanda çok sürprizler barındırıyor; Rumca, Ermenice deyişler var. Ben o türkülerden birisini seçtim yeni yılın ilk hediyesi olarak. Zamanında Yaşar Kemal de kendi sesinden bu türküyü söylemişti, “O yar gelir” demişti. Bir kere daha sorunlarımız olmasına rağmen bu topraklardan Ruhi Su’ların, Yaşar Kemal’lerin yetiştiğini, umudumuzu hiç yitirmememiz gerektiğini düşünerek Ruhi Su Dostlar Korosu ve Emin İgüs’ün “O yar gelir” türküsüyle yeni yıla merhaba demek istedik. Her nerede olursak olalım özgür, demokratik, eşit bir ülke için hep daha iyisini yapmamız lazım, Açık Radyo’nun yaptığı gibi, Açık Radyo’ya ses olmaya çalıştığımız gibi. Hepinize iyi yıllar dilerim.
ÖM: Çok teşekkürler, iyi yıllar size de.
KP: Hoşça kalın!
ÖÖ: Görüşmek üzere.